29 Mart 2024 Cuma

Ayasofya: Bir İbadethaneden Daha Fazlası

Ayasofya (Agia Sophia) ya da diğer Türkçe karşılığıyla ‘Tanrı’nın Kutsal Bilgeliği Kilisesi’… Döneminin önde gelen deha mimar ve matematikçilerinden Trallesli Anthemios ve Miletli İsidoros’un başyapıtıdır. 532-537 yıllarında, 5 sene gibi çok kısa bir süre içerisinde inşa edilmiştir. Batı topraklarını ‘Renovatio Imperii Romanorum’ yani ‘Roma İmparatorluğunu eski ihtişamına kavuşturma’ felsefesiyle geri alan, birleştiren ve birçok alanda sayısız yeniliğe imza atan büyük imparator I. Justinianus’un belki de dünyaya uzun yıllar boyunca kazandırdığı nadir ve eşsiz eserlerdendir ve hala da bu özelliğini çeşitli etnik ve dini arka plana sahip insanların gözünde ortak bir dünya kültürel mirası olarak korumaktadır. Bugünkü Ayasofya’nın uzun soluklu tarihinden bahsedebilmek için, kendisinden önce aynı isimlerle inşa edilen ve isyanlar sonucu yıkılan diğer iki kiliseden de kısaca bahsetmek gerekir.

İlk Ayasofya Dönemi

Siyasi rakiplerini ve potansiyel düşmanlarını bertaraf ettikten sonra, daha önceki imparatorlardan Septimus Severus’un bir nebze ilgilendiği küçük bir balıkçı kasabası olan Byzantion’u, ‘Nova Roma’ yani ‘Yeni Roma’ olarak tekrar ihya eden ve imparatorluğun başkentini Roma’dan buraya taşıyan, büyük imparator Gaius Flavius Valerius Aurelius Constantinus nam-ı diğer I. Konstantin’in buyruğuyla, ilk kilisenin yapımına kendi iktidarının (306-337) son yıllarında başlanmış, oğlu II. Constantius döneminde (337-361) tamamlanmıştır. Bu kilise yapıldığı dönemde, şehirdeki diğer tüm kiliselerden büyük olduğu için ‘Megali Ekklesia’ yani ‘Büyük Kilise’ olarak bilinirdi. Büyük ölçüde ahşap malzemeden inşa edilen kilise, kendisinden daha önce inşa edilen I. Konstantin dönemi Aya İrini Kilisesi’nin yanında yer almaktaydı. Söz konusu olan Aya İrini kilisesi, inşaatı tamamlandığında (337) ilk Ayasofya Kilisesi açılana kadar merkez kilise olma statüsünü korumuştur. Aziz Altınağızlı Yuhanna 397 yılında Konstantinopolis Patriği olarak seçildiğinde burada görev yapmıştır. Dönemin İmparatoru olan Arcadius’un karısı Aelia Eudoxia ile ihtilafa düşmesinden dolayı 403 yılında geçici ve 404 yılında kalıcı olmak üzere iki kere sürgüne yollanmıştır. Halk arasında çok sevildiğinden, sürülmesinin akabinde isyanlar çıkmış ve ilk Ayasofya bu tarihlerde yerle bir olmuştur.

İkinci Ayasofya Dönemi ve Nika İsyanı

İkinci Ayasofya ise İmparator Arcadius’un oğlu II. Theodosius zamanında (415 yılında) yine ağırlıklı olarak ahşap ve mermer zemin olarak inşa edilmiştir. Bugün Ayasofya’nın bahçesinde bu kilisenin kalıntıları görülebilmektedir. I. Justinianus döneminde (527-565), büyük imparator I. Konstantin döneminden beridir süregelen meşhur atlı araba yarışları bugünkü Sultanahmet Meydanı denilen yerde bulunan ‘Hipodrom’ veya ‘At Meydanı’ olarak bilinen yerde varlığını sürdürmekteydi. O zamanlar imparatorların da bizzat seyrettikleri ve kendilerine özel localarının olduğu, at yarışlarına ev sahipliği yapan bir hipodrom mevcuttu. Bu yarışçılar ana olarak dört takıma ayrılırlardı. Mavi, yeşil, kırmızı ve beyaz. Daha az taraftarı olan kırmızı ve beyaz takımların aksine, mavi ve yeşil takımın gerçekten de azımsanmayacak ölçüde taraftar kitlesi mevcuttu. Bu taraftarların başını önemli politik figürler ve aristokrat kesimden soylular çekmekte ve finanse etmekteydi. Vergilerden, makam kaybından ve yapılan reformlardan şikayetçi olan mavi ve yeşil takım destekçileri, 532 yılının ocak ayında, öfkeden gözleri dönmüş bir biçimde Hipodrom’da toplanmışlar ve bir yarışın akabinde, ‘Nika! Nika!’ (Zafer) çığlıklarıyla imparatorun ‘Büyük Saray’ adı verilen sarayına saldırmaya başlamışlardır. Bu saldırılar sırasında ‘İkinci Ayasofya’ adı verilen kilise de yerle bir olmuştur. Hızlıca şehrin diğer kesimlerine de sıçrayan isyan sebebiyle, çaresiz kalan imparator I. Justinianus kaçmayı düşünmüş ancak karısı imparatoriçe Theodora tarafından vazgeçirilmiştir. Bir plan yapan Justinianus, isyancı iki takımı da sorunlarını dinleme bahanesiyle hipodroma çağırmış, aralarında komutanları Belisarius, Narses ve Mundus’un da yardımlarıyla içerideki herkesi imha ettirmiştir.

Üçüncü (Şimdiki) Ayasofya Dönemi

Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra, imparator Justinianus bugün günümüze ulaşan ve ‘Üçüncü Ayasofya’ olarak bilinen meşhur yapının inşaat emrini vermiştir. Aynı isyanda yıkılan Aya İrini Kilisesi’nin de yenisinin yapımına başlanmış ve 548 yılında tamamlanarak, Ayasofya açılana kadar patriklik kilisesi olma işlevine devam etmiştir. İmparator, o zamana kadar görülmemiş büyüklükte ve farklılıkta bir kilise inşa ettirmek düşüncesindeydi. Ayrıca Hristiyan dünyası üzerinde mutlak söz sahibi olduğunu ve artık Konstantinopolis’in Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline geldiğini ispatlamak ve bu sayede çalkantılı olan iktidarını da güvence altına almak niyetindeydi. Böylesine ciddi bir mimari proje için, bir geometri ve mühendislik uzmanı olan Miletli İsidoros’u ve matematikçi Trallesli Anthemius’u görevlendirdi. Daha önce inşa edilen ya da kullanılan kiliseler, genellikle eski Roma İmparatorluğu bazilikaları dönüştürülerek kullanıldığından ya da baz alınarak inşa edildiğinden, yapımları esnasında ciddi problemler ortaya çıkmıyordu. Ancak Ayasofya, dünyada genel mimari ve kilise mimarisi tarihi bakımından bir devrim niteliği taşıdığı için, planlanan kubbe, o zamana kadar Roma’daki Pantheon’dan sonra inşa edilen en büyük ikinci kubbe olma özelliğini taşıyacaktı. Standart bazilika planı üzerine kubbe ve taşıyıcı sistem olarak fil ayakları, yarım kubbeler ve kemerlerin eklenmesiyle ortaya çıkan bu yapı, kilise olarak türünün en büyük ve en ihtişamlı örneği olacaktı. Yapımında, özellikle 1. yy. matematikçisi İskenderiyeli Heron’un matematiksel metotları baz alınmıştır. Yaklaşık 5 yıl gibi oldukça kısa bir sürede ve özellikle dönemin teknolojileri ve lojistik imkanları göz önünde bulundurulduğunda, içinde barındırdığı mermer kaplama ve sütunların, imparatorluğun farklı köşelerindeki (Suriye, Yunanistan, Mısır) önemli tapınaklardan sökülerek getirilmiş olması insanı şaşkına çeviren ve bu kiliseye bir kez daha hayran bırakan bir unsurdur. Yapımında yaklaşık 10.000 kişi çalışmıştır. 537 yılında Konstantinopolis Patriği Minas tarafından kutsanmış ve görkemli bir törenle açılmıştır. Açılış töreninde imparator Justinianus şu meşhur sözleri sarf etmiştir: “Ey Süleyman! Seni yendim!”. Gerçekten de Ayasofya, inşa edildiği tarihte Kudüs’teki Kutsal Tapınak ’tan bile büyük ve görkemliydi ve bu özelliğini 1520 yılında Sevilla’daki Azize Meryem Katedrali yapılana kadar da korumuştu. 537 yılından itibaren Konstantinopolis Patrikhanesi’nin merkez katedrali olarak hizmet etmiştir. İmparatorluk seremonileri ve özellikle taç giyme törenleri bu tarihten itibaren bu katedralde yapılmıştır. İç mekân mozaikleri ise II. Justin (565-574) döneminde bitirilebilmiştir.

Yapıldığı tarihten itibaren gerek devasa boyutta olması gerekse türünün ilk örneği sayılabilecek nitelikte bir mimariye sahip olması sebebiyle sürekli olarak deprem tehdidine maruz kalmıştır. 553 ve 557 depremleri yapının kubbesinde çatlaklar meydana getirmiş, 558 yılında ise ana kubbe tamamen çökmüş ve içerideki eşyalara zarar vermiştir. Derhal restorasyon emriyle tekrar yapılan kubbe 6 ila 7 metre yükseltilmiş ve yaklaşık 33 metre çap olacak şekilde inşa edilmiştir. Taşıyıcı pandantifler ve kaburgalı kubbe şeklinde Genç İsidoros (Miletli İsidoros’un yeğeni) tarafından yeniden yorumlanmıştır. İmparator III. Leon döneminde (717-741) ‘Birinci İkonoklazma Dönemi’ (726-787) başlamış ve kanun gereği insan tasviri içeren herhangi bir dini objenin ibadet amaçlı kullanılması yasaklandığından, tüm ikonalar ve mozaikler Ayasofya’dan kaldırılmış ve yok edilmiştir. Arada tekrar ılımlı bir dönem olmuşsa da ikonoklastlar yine güçlenmiş, 814-842 yılları arasında ‘İkinci İkonoklazma Dönemi’ denilen dönemde de tasvirler yasaklanmıştır. En son İmparator Theophilos döneminde desteklenen akım, karısı ve imparatoriçe olan Azize Theodora tarafından, kocasının ölümünden sonra büyük çabalarla bertaraf edilmiş ve Patrik I. Methodius döneminde kiliselerde ve diğer ibadet alanlarında tasvirlerin kullanımı tekrar yasal hale gelmiştir. 859 yılında büyük bir yangın geçiren katedralin, 869 yılında geçirdiği deprem akabinde bir yarım kubbesi çökmüştür. İmparator I. Basil döneminde (867-886) çöken yarım kubbe tekrar inşa edilmiştir. Yaklaşık bir asır sonra gerçekleşen 989 depreminde, büyük kubbeyi taşıyan kemerlerden batı tarafında olanı çökmüştür. İmparator II. Basil dönemine (976-1025) denk gelen bu depremin ardından, Kars ve civarında hüküm süren Ermeni Bagratid Krallığı’nın başkenti Ani’deki katedrali de inşa eden mimar Trdat, Konstantinopolis’e çağrılmıştır. Kemeri tekrardan inşa eden Trdat usta, kubbenin batı kısmını da tekrar tamir etmiştir. Katedral, 994 yılında tekrar ibadete açılmıştır. Bu restorasyon döneminde, iç mekânda kubbeyi destekleyen pandantiflerde görülen meşhur Serafim mozaikleri eklenmiş, kubbeye yeni bir İsa Mesih mozaiği eklenmiş, apsis kısmına yeni bir Meryem Ana ve kucağında Çocuk İsa ve onların yanında Havariler Petrus ve Pavlus eklenmiştir ve cuma günleri gösterilmek üzere İsa Mesih’in kefen bezi sergilenmeye başlamıştır. Kuzey ve güney büyük kemer duvarları ise kilise babaları, peygamberler ve azizlerin mozaikleriyle süslenmiştir. Bugün yapıdaki mozaiklerin çok ufak bir miktarı I. Justinianos döneminden kalabilmişken, büyük çoğunluğu en erken bu yüzyıl civarına, yani 900’lü yıllara tarihlenmektedir.

1054 Skizması ve 1204’teki 4. Haçlı Seferi

Yarım asırlık bir zaman zarfından sonra Roma Kilisesi ile Konstantinopolis Kilisesi’nin araları iyice gerginleşmiş, 1054 yılına gelindiğinde ise teolojik ve politik anlaşmazlıkların içinden çıkılamaz bir hal almasıyla iki kilise birbirlerini karşılıklı olarak aforoz etmişlerdir. Papa IX. Leo ile Ekümenik Patrik I. Mihail Kerularius tarfından gerçekleşen bu olay yaklaşık 1000 yıl sonra (1965) yine karşılıklı olarak kaldırılacak ve iki kilise arası diyalog tekrar başlayacaktır. Ancak başlangıçta doğu ve batı, Doğu Ortodoks Kilisesi ve Roma Katolik Kilisesi olarak ikiye bölündükleri için kaçınılmaz olarak zaman içerisinde karşılıklı düşmanlık ve nefret de artmıştır. 1204 yılında, bir önceki seneye kadar Konstantinopolis Surları önünde sabırsızca bekleyen Latin Haçlılar, büyük çoğunluğunu İtalyan ve Frankların oluşturduğu birliklere şehre saldırmış ve zaten zayıflamaya başlayan Bizans İmparatorluğu şehri geçici olarak kaybetmiştir. Soylularının büyük çoğunluğu Trabzon, İznik, Epir ve Mora’ya kaçan Bizans İmparatorluğu, kadim başkentinden mahrum bırakılmış ve acımasızca tüm güzelliklerinden yoksun bırakılıncaya dek yağmalanmıştır. Tüm ibadethaneleri ve halkı saygısızlığa uğramış, imparatorların yüzyıllardır mezarlık kilisesi olan Kutsal Havariler Kilisesi bile yağmalanmış, şehrin kurucusu imparator Büyük Konstantin’in ve Ayasofya’nın kurucusu imparator I. Justinianus ve daha nicelerinin lahitleri parçalanıp değerli eşyaları çalınmıştır. Bunların yanında hiç kuşkusuz görkemli Ayasofya Katedrali de nasibini almıştır. Diğer kiliselerde olduğu gibi tüm değerli eşyaları ya tahrip edilmiş ya da çalınmıştır. İçindeki insanlar öldürülmüş ve bu kutsal mekânda türlü saygısızlıklar yapılmıştır. İsa Mesih’e ait kutsal emanetler ile birçok havari ve azizin rölikleri de Avrupa’da satılmak ya da hediye edilmek suretiyle çalınanlar arasındadır. 1204-1261 yılları arasında kısa ömürlü Latin Krallığı esnasında Latin Katolik Katedrali olarak kullanılan Ayasofya, Bizans İmparatoru VIII. Mikael Palaiologos’un şehri geri almasıyla tekrar Konstantinopolis Rum Patrikhanesi’ne dönüştürülmüştür.

1261-1453 Palaiologos Hanedanı Dönemi

Şehir geri alındığı zaman Ayasofya viran ve harap bir haldeydi. 1317 yılında imparator II. Andronikos Palaiologos zamanında yapının doğu ve kuzey cephelerine payandalar eklenmiştir. 1344 yılındaki depremde yeni çatlaklar oluşan yapı, 1346 yılında bazı kısımlarının tamamen çökmesiyle 1354 yılına kadar kapalı kalmıştır. Restorasyon Astras ve Peralta adlı iki usta tarafından gerçekleştirilmiştir. 1453 yılına kadar Konstantinopolis Patrikliğinin merkezi olarak varlığını sürdürmüştür.

1453 ve sonrası Osmanlı Dönemi

29 Mayıs 1453 tarihinde, salı günü şehre giren Fatih Sultan Mehmet’in ordusu, İslam savaş hukukuna göre üç gün boyunca şehri yağmalama hakkına sahipti. Maalesef son birkaç yüzyılını bu tür yıkıcı olaylara tanıklık ederek geçiren Konstantinopolis ve halkı bir kez daha yıkıma uğramış, bu sefer de kendilerinden olmayanların hışmına uğramışlardır. Bu üç günlük yağma sonucunda, Haçlıların geride bıraktıkları yıkıntılarla dolu ve nüfusu neredeyse yok olma derecesine gelen şehir adeta bomboş kalmış, Osmanlı ordusunun şehri ele geçirdiği sırada Ayasofya’da gözyaşları ve korku eşliğinde ruhbanlar, rahibeler ve diğer din adamlarıyla dua eden Bizans halkı, Türkleri karşılarında gördüklerinde dehşete düşmüşler ve çoğu kılıçtan geçirilmiştir. Kadın ve çocuklar ise köle olarak satılmak üzere esir alınmış ve Ayasofya, tüm o eski ihtişamından yoksun, boynu bükük ve terkedilmiş bir şekilde kaderine razı olmak durumunda bırakılmıştır. Fatih’in mutlak suretteki emri ve vakfiyesiyle camiye çevrilen bu yapı bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin merkez camisi konumuna gelmiştir. Fatih’ten başlayarak çeşitli sultanlar döneminde toplamda 4 minare eklenmiş ve özellikle Mimar Sinan döneminde yapıya ek payandalar sağlanmış ve güçlendirilmiştir. Bizans dönemi mozaiklerin bir kısmı ise ince sıvalarla kapanmış, bir kısmı ise 17 ila 18. yüzyıllara kadar açık şekilde ibadet edilmiştir.  Binanın bu hali birçok Avrupalı gezgin tarafından da tasvir edilmiştir.

19. yüzyıla gelindiğinde ise, Sultan Abdülmecit tarafından İstanbul’a davet edilen İsviçreli İtalyan asıllı Gaspare ve Giuseppe Fossati kardeşler tarafından, Ayasofya’nın günümüzdeki haline kavuşmasını sağlayan restorasyon süreci (1847-1849) gerçekleşmiştir. Bu dönemde yapılan restorasyonda, Osmanlı dönemi sıvalar sökülmüş ve altındaki çeşitli sayıda Bizans dönemi mozaiklerinin röleveleri çıkarılmıştır. Daha sonra restorasyon sürecinde kaydedilen mozaikler üstleri tekrar kapanarak üzerleri sıvanmış ve o katmanın üzerine de yağlı boya kalem işi geçilmiştir. Merkezi kubbenin üstü ise bir hattat tarafından yapılan çalışmayla günümüzdeki Arapça sureyle kapatılmıştır. Ayrıca içeride görülen büyük yuvarlak hat levhalar da bu dönemde eklenmiştir. 1894 yılındaki büyük deprem sonrasında maalesef Ayasofya, yüzyıllardır koruduğu mozaiklerin çoğunu kaybetmiştir. Bunun bir sebebi ise Fossati kardeşlerin gerçekleştirdiği restorasyon sonrası mozaiklerin üzerlerine uyguladıkları işlem teknik olarak hatalı olup, sıva ile mozaikler arasında nemlenmeye sebep olmuştur. Bu da herhangi bir depremde bu katmanların kolayca dökülmesine sebep olmuştur.

Cumhuriyet Dönemi ve Müze

1922 yılına kadar Osmanlı merkez camisi olarak işlevini sürdüren yapı, cumhuriyetin ilk yıllarında da cami olarak kalmış, 1930 yılında Amerika’da kurulan Amerikan Bizans Enstitüsü, kurucusu Thomas Whittemore’un öncülüğünde 1931 yılında Atatürk’ün daveti üzerine gelmişler ve çalışmalara başlamışlardır. 24.11.1934 sayılı Ayasofya ile ilgili verilen bakanlar kurulu kararnamesi ile müze olmasına karar verilmiş ve 1935 şubat ayında ilk defa müze olarak cami ve kilise elementlerinin birlikte sergilendiği bir kültürel miras hazinesine dönüştürülmüştür. Bu tarihten itibaren aslında siyasete kapanmış olan ve insanlığa armağan edilen ve hakkettiği değeri sonunda gören bu yapı, uzun yıllar özellikle muhafazakâr Sünni Müslüman kesim tarafından sürekli problem konusu olmuş ve yapının tekrar camiye dönüştürülmesi istenmiştir. 1000 yıla yakın süreyle İstanbul Rumlarının Patrikhane Kilisesi olarak hizmet veren bu yapının, geçmişteki işlevi yanı sıra özellikle dünyadaki diğer Ortodoks Hristiyanlar başta olmak üzere diğer Hristiyanlar için de oldukça önemli bir yere sahiptir. Bunun sebebi ise uzun yıllar rakipsiz olarak dünyanın en büyük ve en görkemli kilisesi olması, bir diğer nedeni ise barındırdığı paha biçilemez ölçüde manevi değeri olan emanetlere ev sahipliği yapmış olması ve tabii ki Ortodoks Hristiyanların manevi hayatının ve kalbinin kadimden beridir burada yaşamasından kaynaklıdır.

Bu kapsamda ele alındığında şüphesiz Hristiyanlar ve Müslümanlar için ayrı bir sahip olan bu yapının, müze olarak insanlığın ortak yararına hizmet etmesi ve iki kültürün de beraber yaşaması ve korunması açısından son derece önemli olacaktır. Bir kültürel mirasın kaderini yüzyıllar öncesine dayanan, siyasi ve dini birtakım ideolojilerin mecburiyeti sonucu alınan kararlar belirlememelidir. Ayrıca, ‘Mezquita’ ya da ‘Cordoba Katedrali’ sürekli Ayasofya ile kıyaslanmakta ve her ne kadar mimari bakımdan bir başka ehemmiyet ve güzellikte olsa da Ayasofya gibi kadim bir geçmişe sahip olan ve inşa edildiği tarihten itibaren uzun yıllar rakipsiz olan bir yapıyla maneviyatı kıyaslanamayacak derecededir. Ayasofya siyasi bir malzeme ya da bir ideolojinin dayatması altında kalamayacak kadar yüce ve en önemlisi insanlığın ortak mirası olacak derecede birleştiricidir.

(Berke Yapar)

Ermeni Apostolik Kiliselerinde ‘Büyük Perşembe’ Törenleri Gerçekleşti

Ermeni Apostolik Kiliselerinde "Büyük Perşembe" günü "Intriyats Badarak" (Son Akşam Yemeği), Vodınlıva (Ayak yıkama) ve Latsi Kişer...

İskenderun Katedrali’nde Kutsal Perşembe Ayini Gerçekleşti

Rab İsa Mesih’in havarileri ile birlikte yediği son akşam yemeğinin anıldığı ‘Kutsal Perşembe’ Ayini, İskenderun’da hüzünle gerçekleştirildi. Kutsal...

Papa Françesko, Kutsal Perşembe Ayini’nde Kadın Mahkumların Ayaklarını Yıkadı

Papa Françesko, 'hizmet ve tevazu anlayışını' vurgulamak amacıyla gerçekleştirdiği Kutsal Perşembe ayini sırasında, Roma'daki bir hapishanede 12...

BM: 35 Milyon Çocuk Tehlikede

DÜNYADA HER 6 SANİYEDE 1 ÇOCUK ÖLÜYOR Birleşmiş Milletler (BM), 5 yaş altı çocuk ölümlerinde görülen azalmaya rağmen...

Bu haberleri okudunuz mu?Benzer İçerikler
Sizin için önerildi